Bilirsiniz ya yine de anlatalım: Hoca’ya bir köylü tavşan getirmiş. Rızkıyla gelen bu adamcağıza Hoca izzet-i ikramda bulunmuş, ağırlamış, evinde birkaç gün misafir etmiş. Bir hafta sonra aynı köylü kapıyı çalıp:
– Hocam, ben sana tavşan getiren köylüyüm, demez mi… Hoca içeri buyur etmiş, sofraya da tavşanın suyundan yapılan çorbayı getirmiş.
Yine birkaç gün sonra tanımadığı iki kişi Hoca’nın evine gelip:
– Biz, demişler, sana tavşan getiren filancanın akrabalarıyız.
Hoca onları da misafir etmiş. Adamlara ikram ettiği çorba için:
– Bakın, demiş, bu tavşanın suyunun suyu!
Neredeyse, Hoca’ya tavşan getiren köylünün bütün akrabaları böyle böyle Hoca’ya misafir olmuşlar. Hoca da bu işten epeyce yılmış. Bir gün yine saçı sakalına karışmış birkaç kişi kapısına dayanıp:
– Hoca, demişler, hani sana tavşan getiren bir köylü vardı ya, biz onun köyünden değiliz ama yakın köylüyüz. Uzaktan da akraba sayılırız.
Hoca onları da misafir etmiş etmesine de önlerine birer kase su koymuş.
– Hoca, demişler, bu nasıl tavşan suyu? Hoca hiç oralı olmadan:
– Bu, demiş, tavşanın suyunun suyunun suyu!